Kötülüğe karşı bir başkaldırış hikayesi: Ondskan
ELİF SONZAMANCI
Romanların
sinema uyarlamalarında çokça onaylanan görüşlerden biri de şudur:
"Sinemaya uyarlanmış filmleri izleyenler ve beğenenler, genellikle
kitabı okumamış izleyicilerdir." Filmi daha çok beğenenler de çıkabilir
tabii ama bu da senarist ve yönetmenin yaratıcı gücüne bağlıdır. Uzun
yıllar önce izlediğim ve tekrar izlediğimde aynı hazzı aldığım,
İsveçli yazar Jan Guillou'un aynı adlı romanından uyarlanan filmi
Ondskan'ı izlerken bunları düşündüm. Kitabı okumadığımdan olsa gerek
filmi çok beğendim. Bu noktadan hareketle filmi anlatmadan önce
uyarlama konusunda birkaç noktaya değinmek istiyorum. Slumdog
Millionaire beyaz perdeye aktarılıp da bizi gerçek olmayan büyülü bir
romantizmle tanıştırdığında düşüncelerime tercüman olacak bir yazı
okumuştum. Bildiğiniz üzere Slumdog Millionaire, başarılı yönetmen Danny
Boyle - ki gerçek bir yaşam öyküsünü anlattığı filmi 127 Saat çok
başarılı idi - tarafından Hintli yazar ve diplomat Vikas Swarup'un
kitabından uyarlanmıştı.
Film, 2009'da Oscar töreninde En İyi Film dalı yanı sıra birçok dalda da ödülleri toplamıştı. Şimdi gelelim o dönemde okuduğum Salman Rushdie'nin 13/03/2009 tarihli Radikal'de çevirisi çıkan yazısına. Rushdie, yazısında Slumdog Milionaire'e atıfta bulunarak şunları belirtiyor: "Değişimin ve dönüşümün hakimiyetini sürdürdüğü günümüz toplumlarında, kitaplar, oyunlar, filmler, yarışma programları, diziler ve müzikaller sürekli olarak form ve dil değiştirmekteler. Kültürümüz, eninde sonunda kendini de yiyecek olan bir yamyam gibidir. Birçok uyarlamanın sonu felaket olmuştur ve herkes, kendince bunların bir listesini çıkarabilir. Ama iyi olanları saymak daha zordur."
Film, 2009'da Oscar töreninde En İyi Film dalı yanı sıra birçok dalda da ödülleri toplamıştı. Şimdi gelelim o dönemde okuduğum Salman Rushdie'nin 13/03/2009 tarihli Radikal'de çevirisi çıkan yazısına. Rushdie, yazısında Slumdog Milionaire'e atıfta bulunarak şunları belirtiyor: "Değişimin ve dönüşümün hakimiyetini sürdürdüğü günümüz toplumlarında, kitaplar, oyunlar, filmler, yarışma programları, diziler ve müzikaller sürekli olarak form ve dil değiştirmekteler. Kültürümüz, eninde sonunda kendini de yiyecek olan bir yamyam gibidir. Birçok uyarlamanın sonu felaket olmuştur ve herkes, kendince bunların bir listesini çıkarabilir. Ama iyi olanları saymak daha zordur."
Rushdie bir eseri uyarlarken dikkate alınması
gereken şeyin, eserin ruhunu, özünü, yani içindeki cevheri yakalamak ve
muhafaza etmek olduğunun altını önemle çiziyor ve Boyle'u keskin bir
şekilde şöyle eleştiriyor: "Varoşları turist bakışıyla kurcalayan Danny
Boyle, bir röportajında, Hindistan'a hiç gitmediğini ve bu yüzden bu
projeyi bir fırsat olarak görmüş olduğunu söyledi. Şimdi, Hintli bir
yönetmen düşünün. New York'un kenar mahallelerinde film çekiyor çünkü
daha önce New York'u hiç görmemiş ve bu film, ona şehri tanıma fırsatı
verecek. Sırf bu yer değiştirme bile, batının üçüncü dünyaya bakışının
hiç değişmemiş olduğunu kanıtlıyor." Açıkçası ben de bu görüşün
doğruluğuna inanıyorum.
'Popüler romanlar bazen sinema için bir müsveddeymiş gibi görünmektedir'
Perspektifimizi
burada romandan tekrar uyarlama filmlere çevirmemiz için James
Monaco'nun film üzerine yazdığı kitabındaki sinema ve roman bölümüne
bir göz atalım. Bir filmbilimcisi ve eleştirmeni olan Monaco,
"Sinemanın anlatı potansiyeli öylesinedir ki, en güçlü bağını resim,
hatta tiyatroyla değil romanla kurmuştur" der. Monaco'ya göre bir
romanda basılı olarak anlatılabilenlerin tümü sinemada da aşağı yukarı
anlatılabilir ya da görüntülenebilir. Görüntülü anlatımla dilsel anlatım
arasındaki farkın yanısıra iki sanat arasındaki ayrımlar hemen ortaya
çıkar. Film gerçek zamanda işlediği için çok sınırlanmıştır. Romanlar
ise canları istediğinde biter. Monaco, popüler roman ve film arasındaki
ilişkiyi ise şöyle açıklar: "Popüler romanlar yıllardır ticari sinema
için büyük bir malzeme deposu olmuştur. Gerçekten popüler romanların
ekonomisi günümüzde öyle bir noktadadır ki, romandaki malzemenin bir
film olarak yeniden işlenme olasılıkları, çoğu yayıncı için gözönünde
tutulması gereken başlıca meselelerden biri haline gelmiştir. Zaman
zaman neredeyse popüler romanlar sanki yalnızca sinema için bir
müsveddeymiş gibi görünmektedir.
Romanlar yazarları tarafından
anlatılır. Yalnızca onun bizden duymamızı ve görmemizi istediğini görür
ve duyarız. Filmler de bir anlamda yaratıcılarınca anlatılır ama
yönetmenin tasarladığından daha fazlasını görür ve duyarız.
Normalleşen kötülük...
Monaco'nun
bu belirlemelerinin ardından şimdi filmimiz Ondskan'a dönelim.
Guillou'nun aynı adlı romanından uyarlanarak beyaz perdeye aktarılan
filmin yönetmeni ise İsveç'in tanınmış yönetmenlerinden Mikael
Håfström. 2004 yılında En İyi Yabancı Film dalında da Oscar'a aday
gösterilen film, Håfström'e ulusal alanda da birçok başarı getirdi.
Öyle ki film, kitabında kendi çocukluğunu anlatan Guillou'dan da tam
puan aldı. 2003 İsveç yapımı olan film tam anlamıyla bir teenager olan
Erik Ponti'nin hikayesini konu alır. 1950'li yıllarda geçen filmde, üvey
babası ve annesiyle birlikte yaşayan Erik Ponti, sorunlu bir ergenlik
yaşamaktadır. Üvey babasından sürekli kötü muamele gören Erik, hıncını
kendi akranlarından çıkartarak çevresinde hep sorun yaratır. Yine bir
kavgadan sonra okuldan uzaklaştırılan Erik, annesi tarafından özel bir
yatılı okula yerleştirilir. Üvey babasına karşı her zaman pasif duran
anne, oğlunun geleceği için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdır.
Fakat yeni okulunda Erik'i bir sürpriz beklemektedir. Hitler döneminin
etkilerinin hala canlı olduğu yeni okulunda bütün düzenlemeler
öğrenciler tarafından yapılmaktadır. Alt-üst ilişkisinin çok bariz bir
şekilde yaşandığı okulda, sınıf ayrımı da yapılmaktadır. Okuldaki
sorunların çözümünde öğrencilerden oluşan bir üst kurul karar yetkisine
sahiptir. Demokratik bir yapılanmadan ziyade, otokratik bir düzene
sahip olan öğrenci konseyi, disiplini sağlamak amacıyla her türlü
pervasız yolu izler. Sosyal demokratlar düşmanları gibidir, Hitler
hayranlıkları meşru bir şekilde kendini göstermektedir. Otto
Silverhjelm öğrenci konseyi başkanıdır ve Erik'i ilk karşılayan da
odur. Otto Erik'i gezdirirken beden öğretmeni hakkındaki "Belki de iyi
biridir ama sosyal demokrat olduğu söyleniyor" iması başından itibaren
Erik'i neler beklediğinin kısa bir özeti olarak izleyiciye sunulur.
Erik'in en iyi arkadaşı, aynı zamanda oda arkadaşı olan Pierre
Tanguy'dur. Yemeklerin bile büyük bir disiplin altında yenildiği
yemekhanede de sınıf ayrımı uygulanır. Tarih dersinde Erik'in vücut
özelliklerinin övülerek Alman ırkının üstün özelliklerine örnek
verildiği, oda arkadaşı Pierre'nin ise güney tipi şekilsiz vücut için
örnek gösterildiği sahne, filmde başlı başına dikkat çeken bir
diyalogdur. Sınıfta ise bu durum gayet normal karşılanmaktadır.
Normalleştirilmiş ırkçılığı Erik'den başkası anormal karşılamamaktadır.
Erik yemekhanede bu ipe sapa gelmez olarak nitelendirdiği Nazi artığı
düşüncelere karşı çıkarken daha başına neler geleceğinden habersizdir.
Bu arada kalbini mutfakta çalışan Marja'ya kaptırır, oysa okulda mutfak
çalışanlarıyla konuşmak bile yasaktır. Her zaman haksızlıklara
korkusuzca karşı gelen kahramanımız Erik, öğrenci konseyi üyeleriyle
sürekli bir çatışma halindedir. Aynı zamanda profesyonel bir yüzücü
olan Erik, bu alandaki başarısıyla da göze batmaktadır. Okuldaki
hiyerarşinin bozulmaması adına yüzme yarışlarını kaybetmesi için baskı
gören Erik Ponti ile beden öğretmeni arasında şu ilginç diyalog geçer :
- Kazanınca ne olacak?
- Kazanınca dokunmaz olacaksın.
Oysa bu diyalog, onun başına geleceklerin yeni bir habercidir.
İyiliğin kötülükle sınavı
Karnesindeki
başarılarına rağmen davranış notu iyi olmadığı için üvey babasından
yine şiddet gören Erik, bütün acılara katlanmaktadır. Kırbaç
darbelerinin ardından "yine dostuz" diye uzanan pişkin bir surat,
yaptığı bütün zulümlere rağmen sırıtmaya çalışan bir otoritenin gücü,
bize aslında çok da yabancı gelmez sanırım. Erik ile başa çıkamayacağını
anlayan okul konseyi artık "kendisini yok edemiyorsan sevdiklerine
saldır" politikası ile Erik ile değil sevdiği dostu oda arkadaşı Pierre
ile uğraşırlar. Artık karar anı gelmiştir, bütün çabalarına rağmen
şiddetten kaçamaz.
Filmin sonlarına doğru Erik'in adalet arama
çabaları başlar. Altında ezilmeyi kabul etmediği düzene karşı
başkaldırısı Erik Ponti'nin hayatında yeni bir dönüm noktası olacaktır.
Kendisine kötülük edenlerden teker teker intikamını alır. Ayrıca
sevdiği kadının kendisine gönderdiği mektuba el koyan müdürden de
intikamını alacaktır. Tabii bunu babasının avukat arkadaşının
yardımıyla başarır. Erik Ponti'nin intikam rüzgarından üvey babası da
nasibini alacaktır. Otokratik düzen yerle bir edilmiştir. Filmin son
sahnesi beklemediğimiz kadar naif bir sahne. Yönetmen her ne kadar
ütopik bir son hazırlamış olsa da film boyunca içimize saplanan duygu
bütünlüğünü bozmaz. Erik, okuldan ayrılarak başka bir okula giden
Pierre ile duygusal bir şekilde vedalaşır ve mutlu son...
Sonuç
olarak söylemek gerekirse, gerek karakter seçimi gerekse müziği ile
bizi çok farklı yerlere götüren Mikael Håfström'a ellerine sağlık
demekten başka birşey kalmıyor. Håfström'ün karakter seçimi o kadar
başarılıdır ki karakter ile seyirci arasında direkt bir bağ doğuyor.
Oyuncuların performansları da alkış alacak türden. Acı, nefret, sevgi,
utanç ve öfke duygularını bir anda yaşamak mümkün. Guillou'nun
otobiyografik kitabını sinemaya uyarlayan Håfström filmin hakkını
gerçekten vermiş. Hala izlemeyenler; daha ne bekliyorsunuz?
13 Kasım 2011 Pazar
http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=3649
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder