Köyüm ben ve bir Alevi Ritüeli
ELİF SONZAMANCI
Komşunun
kızı bana, ‘’Sen Alevisin, Aleviler pistir’’ deyince can havliyle eve
koşup, ‘’Ben Alevi olmam, Aleviler pismiş’’ dediğimde daha altı
yaşlarında idim. Ortaokul birinci sınıfındayken bir gün öğretmen beni
yanına çağırdı. Sorun saçımdaki tokalardı. Binbir hevesle taktığım
turuncu, fıstık yeşili ve sarı renklerdeki tokalarımı çıkarmamı
istiyordu. ‘’Neden hocam’’ diye soracak oldum. ‘’Bak Leyla Zana kürsüde
ne yaptı, başında sarı, kırmızı ve yeşil bir bant vardı’’ diye
yanıtladı. Saçımdaki masum tokalar günün konusu oldu. Ben bir Kürt idim,
yetmiyordu bir de Alevi. Şimdilerde 30 yaşını devirdim ama Türkiye’de
manzara hala değişmedi. Yıllardan sonra yine köyümdeyim, dedikodularını
bile özlediğim köyüm. Bir bayram arifesinde manevi görevlerimizi
yerine getirmek amacıyla mezarlıkları ziyaret edeceğiz. Ne bir kitapta
yazar bu, ne kanunu vardır; her bayramda mutlaka mezarlık ziyareti
yapılır ve tabii ki Duran Baba türbesi de ziyaret akınına uğrar. Duran
Baba türbesine ziyaretler yanlızca köylüler tarafından yapılmaz,
yazları daha yoğun olsa da, her mevsim dört bir yandan ziyaretçi
akınına uğrar.
Mezarlık ziyaretleri
Köyü ziyarete gelenler için mezarlık ziyareti olmazsa olmaz kaideler
arasında yer alır. Özellikle bayramdan bir gün önce yapılacak bayram
ziyaretlerinde hazırlıklar, akşamdan başlar. Kimse kimseyi zorlamaz, ne
zaman mezarlara gidileceğini herkes bilir ve hazırlığını ona göre
yapar. Arife günü ziyaretler sabah saatlerinden itibaren başlar,
dışarıdan gelenler, köyden gelenler birbirine karışır. Biz öğle
saatlerinde gitmeyi tercih ediyoruz. Ve herkes teker teker yakınlarının
mezarlarını ziyarete gidiyor şimdi. Elini sürüyor mezarlarına, mezar
taşlarına değdiriyor dudaklarını’’ Mammo avo dastê min a’’ (Mammo bu
benim elim). Bu, onları unutmadıklarını gösteren bir tür bağ aslında.
Sonra bir başka mezardan, ‘’Matê Aşê az hotim, poşe mabê Fotma noyte’’
(Aşê hala ben geldim, sonra demeyesin Fatma gelmemiş diye) … Yakın
zamanlarda ölenlerin acısı ise hala taze. Ölen kişinin yakınları, mezar
başlarında ağıtlar yakıyor.
Devami... Bir hüzün sarıyor bütün mezarlığı. Ben
böyle zamanlarda donar kalırım, duygularım körelir. Bir insana, ‘’başın
sağolsun’’ demesini de beceremem, kelimeler boğazıma takılır. Öylece
duruyorum orada, ağlayan insanlara bakmak kötü bir duygu, ağlayan
insanlara bakanlar o kadar çok ki bu ülkede. Ölülerine karşı manevi
görevlerini tamamlayanlar, onların mezarlarına ellerini sürüp, mezar
taşlarını öpenler, yanında getirdiği yiyecekleri lokma niyetine masaya
koyuyor. Dolmalar, kılor, içli köfte, etli pilav, lahmacun, salata
gelen yemekler arasında, hepsi de özenle hazırlanmış. Tatlı olarak da
baklava ve bayram şekerleri herkese tek tek dağıtılıyor. Yemeyenler
ceplerinin bir köşesine koyarak torunlarına saklıyor dağıtılan şeker ve
tatlıları. Çocuklar ise yakaladıkları bu fırsatı değerlendirerek, ne
bulurlarsa tadını çıkarıyorlar. Kendimden bilirim; bayramlar bir
fırsattı bizim için. Ne kadar şeker bulursak, o kadar çok sevinirdik.
Ağıttan kalan hüzün ile bayramda biraraya gelmenin sevinci biraraya
karışıyor yemekte. Yemek getirenler, herkesin tadına bakmasına dikkat
ediyorlar, hatta ısrar edenler bile oluyor. Yıllar önce Urfa’da haber
yapmak için bir cemevine gittiğimde de aynı manzara vardı. Herkes
evinden getirdiği yiyecekleri ibadetlerinin sonunda sofraya koyup
birlikte yemişlerdi (Cemin en son kısmı idi sofra. Kim gönlünden ne
koparsa sofraya bırakıyor, ceme katılanlar yiyeceklerden birer lokma
tadıyorlardı. Yemeğin sonunda dualar okunuyor ve cem sona eriyordu).
Getirdikleri lokmaları dağıtmanın huzurunu yaşayanlar sohbete dalıyor
yavaş yavaş, sonra çaylarını yudumluyorlar, kimisi birilerini
eleştiriyor, kimi sohbete dalıyor ama hiç politika konuşulmuyor. Kimi
ise lokmaların herkes tarafından alınıp alınmadığını kontrol ediyor.
Çünkü Alevilerde lokma dağıtmak önemli bir ritüeldir ve manevi huzur
verir. Öyle ki kötü bir rüya gördüğümüzde büyüklerimiz uyarır bizi;
“Hemen git, bir lokma dağıt“. Görevlerini yerine getirenler arabalarına
binip uzaklaşıyor mezarlardan, sonra yeni gruplar geliyor, sonra bir
daha yenileri…
Duran Baba ve manevi yoğunluk
Pazarcık deyince akla Babalar gelir kuşkusuz. Ali Baba, Duran Baba,
Hemî Tozî (Çıplak Hemo türbesi)…. Elif Ana’nın yeri başkadır tabi. Ben
Duran Baba ile büyüdüm. Her bayramda onu ziyarete giderdik, dualar
genelde, „Ya Allah, ya Duran Baba“ diye başlardı. Duran Baba, yıllar
önce Cimikanlı Köyü civarına yerleşmiş. Ölüm tarihi 1936 diye geçiyor
ama doğum tarihi hakkında bir bilgi bulunmuyor. Kendisi bu civarlarda
çok sevilen bir ermiş olduğundan onun adına bir türbe yaptırılmış.
Yıllar geçtikçe köylülerden ekonomik durumu iyi olanlar Duran Baba
Türbesi’ni dört duvarla çevirdiler. Buraya gelenlerin adaklarını daha
rahat koşullarda adamaları için ise bir mutfak yaptırılarak, mutfak
gereçleri de temin edildi. Duran Baba’ya gelenlerin adak ritüeli
şöyledir: Önce konu komşuya, eşe dosta haber verilir. Denilir ki, “Bir
kurban keseceğiz buyrun siz de gelin“. Sonra gruplar halinde Duran
Baba’ya gidilir, kimisi yaya, kimisi traktörlerle, kimisi ise
otomobillerle yola koyulur. Köyde ilk durak Ulaş’ın evidir. Ulaş, Duran
Baba Türbesi’nin bakımını yapan bir genç. Ulaş mezarlıkların
anahtarlarını alarak yola koyulur ve gelen yabancılara da malzemeleri
kullanmalarında yardımcı olur. Kurbanlar dualar eşliğinde kesilir ve
kara kazanlarda kaynatılır. Bulgur pilavları yağlanır. Gelen herkesin
kurbandan birer lokma yemeleri sağlanır. Yemekten bir kısmı
gelemeyenlere dağıtılmak için saklanır. Yemekten sonra Kürt geleneğinin
vazgeçilmezlerinden çaylar da demlenir. Dağ havasında çay içmenin tadı
bütün yorgunlukları alır. Benim de, Duran Baba’ya gittiğimde
vazgeçmezlerim arasındadır ateşte kaynamış kaçak çay. Bu arada Duran
Baba Türbesi’nin bulunduğu alanda gelen çocuklu aileler için çocuk
parkı bile yapılmış. Gelenlerin rahat bir ortam yakalamaları için bütün
ayrıntılar düşünülmüş kısacası.
Ulaş ve sazının telleri
Şimdi
biraz da Ulaş’tan bahsetmek istiyorum. O bütün mezarlığın yükünü
sırtında taşıyor. Duran Baba’nın manevi huzuruna ermek için başka bir
gün seçiyorum. Ve aradan geçen bir kaç haftadan sonra yine türbedeyim.
Ulaş geçen seferki gelişimde bir trafik kazası geçirdiği için onu görme
fırsatım olmamıştı. Nedeni ise, iyi görmeyen gözlerine rağmen köy ile
türbe arasındaki gidiş gelişleri kolaylaştırmak amacıyla motosiklet
kullanması. Karşıdan gelen traktörü farkedemeyince çarpışmışlar.
Büyüklerin deyimiyle, ‘O’nu Allah korudu’. Küçükken balkondan düşmüş
Ulaş, daha sonra menenjit hastalığı geçirmiş ve hastalık gözlerine
vurmuş . Doktor doktor gezmiş ama nafile. Zamanında tedavi
edilemediğinden dolayı artık tedavisi imkansızmış. Zamanında tedavi
edilememesi bilmezlikten değil tabii, fukaralıktan. Sohbete dalıyoruz
onunla, kimler geliyor ne zaman geliyorlar öğrenmek istiyorum, ben
soruyorum o yanıtlıyor. En çok Almancılar geliyormuş yazın. Bu arada
gelenler ister İsviçre isterse İngiltere’den olsun adı Almancıdır her
zaman. “Bazen dört tane kurban birden kesilebiliyor“ diyor Ulaş. ‘’Beni
çağırdıkları zaman gelip hazırlıkları yapıyorum, bazen de dinlenmek
istediğim zaman geliyorum buralara. Ağaçlara bakıyorum, mezarlara da.
Yazın çok dolu oluyor ama kışa doğru yoğunluk azalıyor’’ diye devam
ediyor. “Herşeyi ben bu kafa var ya, bu kafayla öğrendim. Gözlerim iyi
görmüyor ama hafızam çok iyi. Saz çalmasını da böyle öğrendim. Keşke
kimse kimseyi kırmasa, herkes birbirine iyi davransa. Ne kadar yaşıyor
ki insan. Şu ölümlü dünyada herkes birbirini sevse ne çıkar? Sonra
sazının tellerine vuruyor, her tarafta yağmur sonrasının mahmurluğu,
herkes iyi , herkes mutlu, bir tek Ulaş’ın sazının tınısı; “Çeke çeke
ben bu dertten ölürüm“...
Sonuç
Duran Baba’da öyle huzur doluyor ki içime, gürültüden uzak,
kötülüklerden uzak… Pek din olgusuyla büyümedim. Alevilik ibadet
yapılarak yaşanmaz bizim oralarda. Yaşam tarzına sızmıştır herşey ve her
şey spontane yaşanır. Birçok Alevi böyle yaşar, belki de bundandır
bazı kesimlerin tepkisi. Diyarbakır’da öğrenciyken çok sevdiğim bir
amca vardı, arkadaşımın babası idi. Yetmişli, belki de seksenli
yaşlarını devirmiş, aklı hala başında, sohbeti hoş bir amcaydı. Benimle
bildiklerini paylaşır ve onunla sohbet etmekten büyük zevk alırdım.
O’na Alevi olduğumu söylemiştim tabii. Bir gün beni karşısına aldı;
“Seninle çok önemli bir konu konuşmak istiyorum“ dedi. “Peki amca.
Buyur, ne söylemek istiyorsun?“ dedim. „Komşum var bir tane, onunla da
konuştum, eğer bunu yaparsan büyük sevap işlersin’’ dedi. Ben hala
şaşkın şaşkın ona bakıyorken, “Seni hak yoluna davet ediyorum kızım.
Eğer sünni olmayı kabul edersen büyük bir sevap kazanırsın“ deyiverdi.
Söylenenler şaka mı ciddi mi hala kavrayamamışken, “Sağol amca, ben
Alevi olmaktan çok memnunum“ dedim. Her ne kadar, “Beni yanlış anlama“
demiş olsa da ben onu yanlış anlamıştım. Arkadaşlarım, geldiğim kültürü
merak etmelerine rağmen, bazılarının aileleri Alevi olduğumu
duyduklarında çok şaşırırlardı. Hatta beni kabul etmeyenler de çıkardı
aralarında. “Aleviler gavurdur“ diyenlerden tutunda, “Öyle mi siz Alevi
misiniz?“ diyen de olurdu. Ama bu amcamın bana yaptığı, yıllardır bize
karşı beslenen önyargıları gözlerimin önüne serdi. Alevilik
anlattıklarımdan başka birşey değildi ki… Özüne insan sevgisini koymuş
bir inanç...
23 Ekim 2010
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA