15 Ağustos 2012 Çarşamba

Alman sinemasının büyük entelektüeli Alexander Kluge































Alman sinemasının büyük entelektüeli Alexander Kluge

ELİF SONZAMANCI


“Film tarihi daha çok genç. Bakınız, anneannem bile film tarihinden daha yaşlıdır. Bu film tarihi 120 yıllık. Bu sürenin üçte birine aktif olarak katıldığım için onur duyuyorum.”Bu sözler 2008 yılı Alman Film Ödülleri gecesinde Alexander Kluge tarafından yapılan konuşmanın bir bölümü. Alman sinema tarihinde önemli bir konuma sahip olan ve Yeni Alman Sineması’nın da kurucuları arasında bulunan Kluge, filmlerinde genellikle memleket meselelerini mercek altına alıyor. Popüler kültürün yaşamımızın her alanına sızdığı günümüzde, sağlam bir duruş sergileyerek, alternatif bir bakış açısı sunuyor. Filmleriyle öğretiyor, duygulandırıyor, sorguluyor, bilgilendiriyor, eleştiriyor.
Son olarak Sergei Eisenstein’ın gerçekleştiremediği projesi Marx’ın Kapital’ini filme çekme çabalarını beyaz perdeye taşıyan Kluge, maalesef genç nesil tarafından yeterince ilgi görmüyor.
Kluge, doktora ünvanı olan bir hukukçu, film ve televizyon yapımcısı, yazar ve senarist. 14 Şubat 1932 tarihinde Halberstadt’ta doğan Kluge, Berlin’de hukuk, tarih ve kilise müziği eğitimi aldı. Berlin ve Münih’te kısa süreli olarak hukuk alanında çalıştıştıktan sonra, bu alanı bırakıp film çalışmalarına yöneldi. 1958 yılında Fritz Lang’ın asistanlığını yaptı, 1960 yılından itibaren ise yönetmen ve kısa film yapımcılığı ile bu sektörde sağlam adımlarla yol aldı. Eski Alman filmlerinden vazgeçerek ‘Oberhausener Manifest’ (Oberhausen Manifestosu) olarak adlandırılan akımın önde gelenleri arasında yer aldı.
Oberhausen Manifestosu ‘Babamın sineması öldü’ sloganından yola çıkarak 26 genç sinemacı tarafından altına imza atılan bir manifesto. Onları, film endüstrisi içerisinde çok fazla yer almamış fakat Yeni Alman Filmleri yaratmaya çalışan azimli bir topluluk olarak tanımlamak mümkün. Kluge 1963 yılında ‘Kairos-Film’ adında bir film şirketi kurdu. Ulusal ve uluslararası alanda büyük başarılar kazanan ‘Düne Veda’ (Abschied von Gestern) filmiyle Yeni Alman Filmleri’nin öncülerinden biri olarak kabul edildi. Günümüzde daha çok televizyon çalışmalarına yönelen Klug ‘10 vor 11/Ten to Eleven’, ‘Prime Time/Spätausgabe’ gibi kültür televizyon programlarının da yapımcısı.

Autorenfilm ve Kluge

Kluge fimlerinden bahsederken, O’nu ‘Autorenfilm’ kavramı ile birlikte anmak gerekir. Bertelsmann sözlüğünde ‘Autorenfilm’ kavramı ‘senaristinin aynı zamanda yönetmen olduğu film’ olarak tanımlanıyor. Kluge ise Autorenfilm’lerini ticari düşüncelere karşı bir protesto formu olarak yorumluyor ve film prodüksiyonunu iki temel formda ele alıyor; ticari içerikli film ve Autorenfilm. Ticari filmlerde yapımcı, senaryoyu, oyuncuları, yönetmeni ve bütün ekibi pazara sunar ve bununla bir yapıt oluşturur. Buna karşılık Autorenfilm’lerinde çok farklı bir düşünce söz konusu. Tıpkı bir kitap yazmak gibi, burada filmler deneyimlerden, yazarın sorumluluğundan, ya da yazarların kollektifinden üretiliyor. Autorenfilm’lerinde, parasal ve yaratıcılık yönleri arasındaki kooperatif ilişkide bir denge söz konusu. Kluge’ya göre Autorenfilm ile uğraşanların kendilerini korumak adına somut durumlarda ekonomik araçları olmak zorundadır. Onlar banknotlara ilgi duymazlar, bilakis paraya filmin üretim gücünü geliştirmek adına ihtiyaç duyarlar. Kluge’un tanımlarından da anlaşılacağı üzere, bu tarz film yapanlar, merkezlerine ‘seyirciye neler verecekleri’ konusu ile meşguldürler.

Düne Veda: Bozuk bir düzen içerisinde geçmişimiz, yarınımız

Kluge’un ilk uzun metrajlı filmi Düne Veda (Abschied von Gestern) Yeni Alman Sineması’nın klasikleri arasında yer alıyor. Film 1966 yılında Venedik Film Festivali’nde Gümüş Aslan ödülünü aldı. Filmin başrol oyuncusu, aynı zamanda Kluge’un kız kardeşi Alexandra Kluge ise en iyi kadın oyuncu seçildi. Düne Veda, geçmişini her zaman kendisi ile taşıyan ve ona veda edemeyen Anita G.’nin hikayesini konu ediniyor. Anita G. 1937 yılında Leipzig’te Yahudi bir ailenin kızı olarak dünyaya geliyor. Nazi döneminde sağ kalmayı başararak, yeni bir gelecek adına Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya iltica ediyor. Kaldığı şehirde hırsızlıkla suçlanan Anita, başka bir şehre göç ederek hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Burada ise evli olan şefiyle duygusal bir yakınlık yaşıyor ve şefin eşine herşeyi anlattıktan sonra işten kovuluyor. Yaşadığı olumsuzluklar bununla sınırlı değil Anita G’nin. Hizmetçi olarak çalıştığı başka bir işyerinde ise işlemediği bir hırsızlık olayı yüzünden kovuluyor. Daha sonra Pichota adında bir memura aşık oluyor. Pichota, Anita’yı eğitmeye çalışarak ona dersler veriyor ve filmin akışında onu, Anita’ya Brecht’in yazılarından bölümler okurken izliyoruz. Pichota’dan çocuk bekleyen Anita, Pichota’nın beklentilerine uymayan tavırları karşısında, yine boş bir yola doğru sürükleniyor, yıkıntı bir evde yaşamaya başlıyor. Filmin sonunda Anita pes ederek, kendisine şans tanımayan, geçmişinden dolayı sürekli yargılayan bu toplumu daha fazla taşıyamıyor ve polise teslim oluyor. Mutsuz ve yenik bir sonun filmi gerçeğe yakın kıldığını söylemek mümkün.

Kluge bu filmi ile Batı Almanya ve doğudaki Demokratik Almanya Cumhuriyetini’nin (DDR) toplumsal sistemine eleştirel yaklaşıyor. Anita burada bozuk bir sistem ile problemli bir toplumun içinde yaşanabileceklerin bir sembolü olarak duruyor. Bir yere ait olamama duygusunun derinlemesine verildiği filmde Anita, aynı ama bir o kadar da farklı iki coğrafya arasında bir boşluk hissi yaşıyor, direniyor fakat kendisine şans tanımayan bir düzende, malumunuz birçok insanın başına gelebilecek sondan da kendini kurtaramıyor. Kluge diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de klasik bir anlatım tercih etmiyor. Film bölümlerden oluşuyor ve her bölümün başlangıcında, o bölümle bağdaşan değişik şairlerin şiirlerinden, yazarlardan ya da aforizmalardan alıntılar yaparak ara yazılar kullanılıyor. (Genelde bu yöntem sessiz filmlerde karşımıza çıkar) Filmlerinde anlatıcı çoğu zaman Kluge’nin kendisidir; anlatımda seyirciye genelde bir figür anlatılıyor ya da başrol oyuncusunun yaşadığı durum hakkında açıklayıcı bilgiler veriliyor.

‘Bir belgesel film üç kamera ile çekilir’

Kluge filmlerinde üzerinde durulması gereken önemli bir yön de, filmlerinde sıkça karşılaştığımız belgesel ve kurgunun iç içe geçmesi durumudur. Örneğin Düne Veda’da Hessenli Başsavcı Fritz Bauer ile gerçek bir görüşme sunuluyor. Bauer filmde, adaletsiz bir düzen karşısında savunmasız kalan Anita G. olayından yola çıkarak, adalet sisteminin iyileştirilmesi konusunda düşüncelerini aktarıyor. Filmleri ve teorileri ile ilgili olarak çok sayıda makale ve kitapları bulunan Kluge, yine belgesel filmler hakkındaki bir belirlemesinde “Bütün otantik belgesel filmler belgelerler; bütün radikal tecrübeli film denemeleri, belgesel öze göre çalışırlar” diyor. Bu bağlamda Kluge belgesel filmlerde üç prensipten bahsediyor. O’na göre bir belgesel film üç kamera ile çekilir. Birincisi; teknik anlamındaki kamera ile. İkincisi; yönetmenin kafasındaki kamera ile. Üçüncüsü; belgesel film türünün kamerası ile. Burada belgesel film izleyen seyircinin beklentisi de göz önünde bulunduruluyor .

Kuşkusuz Kluge bir sayfaya sığdırılacak bir entellektüel değil. Yapıtlarından sadece birini tanıtabildiğimiz Kluge’un bununla sınırlı olmadığını belirtmek gerek. Kluge’un çok sayıda film ve kitapları raflarda meraklılarını bekliyor.

İzlerken zorlanacağınız, zorlanırken düşüneceğiniz, düşünürken araştırmalara itecek filmlerdir, Kluge’nin filmleri. Film izlerken çok defa ara vermek zorunda kalabilirsiniz. Bu kadar efor sarfederek izlemek zorunda kalınsa bile, Yeni Alman Sineması’nın babası olarak bilinen Kluge’nin filmleri, sinema meraklılarının kaçırmaması gereken yapıtlardır.


16 Mayis 2010
http://www.yeniozgurpolitika.org/arsiv/?bolum=haber&hid=59056 







































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder