11 Ağustos 2012 Cumartesi

Televizyonun öteki yüzü


Televizyonun öteki yüzü

ELİF SONZAMANCI


Kitle iletişim araçlarının önemli bir ayağı olan televizyon, hayatımızın vazgeçilmez parçası gibidir. Güne onunla başlar, günün finalini onunla yaparız. Öyle ki televizyonu açmadığımız gün, evde önemli bir eksiklik varmış gibi hissederiz bazen. Dosttan daha dosttur hayatımıza televizyon, yalnızlığımızı paylaşır, öfkemizi alır, hatta abartırsak dert ortağımız bile olur. Tadında kullanıldığında aslında önemli bir araçtır, abarttığımızda ise kabusumuz olur. Bu olguyu araştırmalar da doğruluyor. Mediametrie şirketine ait Eurodata TV Worldwide tarafından 89 ülkede yapılan bir araştırmaya göre, dünyada televizyon izleme süresi her geçen yıl artış gösteriyor. Araştırmada ortalama televizyon izleme süresini ölçmek için 89 ülkede, potansiyel 3 milyar izleyicisi olan, 2 bin kanalla ilgili veriler derlenmiş. Araştırmanın sonucuna göre ise televizyonun en çok izlendiği coğrafya Kuzey Amerika. Kuzey Amerika’da günde 4 saat 40 dakika televizyon izlenirken, Ortadoğu’da ise bu süre 4 saat 34 dakika. Avrupa’da 3 saat 32 dakika ile Almanya bu sıralamada başı çekiyor. (Kaynak: Radikal, 18/03/2010) Türkiye’de ise durum çok farklı değil. Yine yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de televizyon izleme oranı yüzde 94 civarlarında. Araştırmalarda çıkan veriler gösteriyor ki  televizyon hayatımızın tam da orta yerinde, yani merkezinde. Bu yazı televizyonun öteki yüzünü vurgulayacaktır.

Televizyonun yararları

Amerikalı medya bilimci Neil Postman, televizyona ilginç bir tanımlama getiriyor. Postman ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ adlı kitabında televizyon ile ilgili anekdodunu şöyle kelimelere dökmüş: “Tanıdığım çalışkan bir lisans öğrencisi önemli bir sınavdan önceki gece küçük dairesine geri döndüğünde, var olan tek lambasının da kırılarak kullanılamaz hale geldiğini görmüş. Hafif bir panik yaşadıktan sonra televizyonu açıp sesini kısmayı ve sırtını cihaza vererek oturmayı akıl etmiş.

Devami... Böylece televizyonun ışığından yararlanarak gireceği sınavın kitabının önemli pasajlarını okuma fırsatı bulunca hem sakinleşmiş hem de geçer not alma şansını kaçırmamış. İşte televizyonun da bir yararı budur: Basılı sayfaları aydınlatma kaynağı olması.” Postman’a göre ‘televizyon ekranı’ ışık kaynağından öte bir şeydir. Ayrıca basılı sözcüklerin görünebileceği düzgün, neredeyse pürüzsüz bir yüzeydir. Kliniklerin bekleme odalarında, otel odalarında durmadan birbirini izleyen harflerle günün olaylarını aktaran özel bir kaynağın bulunduğu televizyon cihazları hepimizin aşina olduğu bir şey. Postman’a göre bu da televizyonun başka bir yararı: ‘Elektronik bir pano’ olması. Postman bu tanımlamalarına şöyle bir açıklama getirir: “Televizyonun bu gülünç yararlarını öne çıkarmanın nedeni, bazı insanların ortaya attığı, televizyonun edebi geleneği desteklemek amacıyla kullanılabileceği umuduyla alay etmektir.” Her ne kadar Postman burada abartıyor olsa bile bu çağımızdaki televizyon gerçeğini değiştirmez. Televizyonun yararları yanında zararlı yönlerini de görmezden gelemeyiz.

‘Düş gerçeğin yerini alınca gerçek de düş haline gelir’

Postman’ın ilginç belirlemeleri yanında, Avusturyalı filozof ve yazar Günther Anders ise televizyonu başka bir ilginç noktadan değerlendirir. Anders, eve hakim olan televizyonun yarattığı gerçek ya da kurgusal bir dış dünyadan bahseder. Bu dış dünyanın ev içindeki hakimiyeti öylesine sınırsızdır ki, evin gerçekliği artık dört duvar ve mobilyadan ibaret değildir. Televizyon sayesinde tam olarak paylaşılan aile yaşamı da geçersiz ve düşsel hale gelir. Anders bu durumu çok sevdiğim şu cümle ile özetler: “Uzak olan yakınlaşınca yakın olan da uzaklaşır. Düş gerçeğin yerini alınca gerçek de düş haline gelir.” Anders’in de dediği gibi seyircilere kitle gözüyle bakan televizyon aynı evde yaşayan insanların günlük yaşantılarını da olumsuz yönde etkiliyor. Örnek olarak ekranın karşısında oturan insanlar birbirlerine rastlantı sonucu bakıyorlar, rastlantı sonucu konuşuyorlar ve yalnızca izleyiciler olarak yan yana oturuyorlar. Bunların dışında bireyler gerçek yaşamdan koparak hiç kimseyle paylaşmadıkları bir dünyada gezintiye çıkıyorlar. Her şeyin gerçekten uzaklaşıp hayale döndüğü bu ortamda, dolayısıyla aile minyatür bir izleyici kitlesi, ev minyatür bir sinema salonu haline dönüştürülmüştür artık.
Anders’in bir başka belirlemesi de televizyonun dil üzerindeki  etkisine yöneliktir. Televizyon bağımlısı insanlar için sözcükler artık konuşan değil sanki duyan bir şeydir. Konuşma artık birisinin yaptığı değil aldığı bir şeydir. Konuşma olmadan var olan bu gelişmenin yer aldığı her türlü kültürel, politik ortamda radyo ve televizyon sesinin sona erişi aynı sonucu doğuruyor. Uzun zaman konuşmadığı için söyleyecek bir şeyi olmayan, hep dinlediği için dinlemekten başka bir şey yapmayacak bir insan tipi ortaya çıkıyor. Anders, bu gelişmenin sonucu olarak gelişmiş tüm ülkelerin dillerinin kabalaşıp, zayıfladığını ve dili kullanmaya karşı ilginin gittikçe azaldığını belirtiyor ve belirlemesini şöyle noktalıyor: “İnsanın iç yaşam zenginliği ve duyarlılığı, dilin zenginlik ve duyarlılığı olmadan süremez. İnsan konuşarak kendini dışa vurur ama aynı zamanda dilinin bir ürünüdür.”

Gördüklerimiz, görmek istediklerimiz, bize gösterilen...
Anders’in 1950’li yıllarda yayımlanmış görüşleri günümüzde de geçerliliğini koruyor. Onun da dediği gibi, televizyon bize bir hayal penceresi açar, yani dünya televizyon sayesinde fantomlaşır. Televizyon gerçeği kendine göre resmeder, ‘gerçek olan ne’ ya da ‘olaylar nasıl gerçekten olmuştur’ gibi sorulara  kendisi karar verir. Pierre Bourdieu de bu konuda aynı görüşü paylaşır. Bourdieu’ye göre televizyon gerçeği kontrol eder, ayrıca kimin ve neyin sosyal ve politik etki edeceğine kendisi karar verir. Manipülasyon konusu ise başlı başına derin bir konu olup, burada şimdilik es geçilecek.
Yine burada Postman’ın bir belirlemesini sunmakta fayda var. Postman, bir araç ile tekniğin birbirinden ayrılması gerektiğini vurgular. Teknik belli bir perspektifi gösterir ve sadece bir makinedir. Araç (‘medyum’) ise bir makine tarafından oluşturulan sosyal ve entellektüel bir ortamdır. Eskiden kitaplar nasıl politik, dinsel ve ekonomik öğeleri etkiliyorduysa, bugün bu görevi televizyon devralmıştır. Ayrıca televizyon herşeyi bir eğlence gibi görmekte ve de sunmaktadır. Hatta eğitimi bile bu haliyle algılamaktadır. Postman’ın buna verdiği en iyi örnek Susam Sokağı’dır. Postman’ın da belirttiği gibi programda şirin kuklalara, ünlü kişilere, tatlı ezgilere ve hızlı geçişlere yer verilmesinden çocukların zevk alacağı kesindi ve program buna bağlı olarak eğlenceyi seven bir kültüre girmeye yeterince hazırlanmalarına hizmet edecekti. Aslında Postman burada Susam Sokağı programını eleştirmiyor, bilakis eğitime katkı sunacağından dem vuruyor. Onun tek kaygısı, çocukların okula başlamadan izlediği Susam Sokağı’ndan etkilenerek, okulların da böyle eğlenceli olduğu yönünde bir beklentiye girmeleridir. Susam Sokağı’nın çocuklara okulu sevdirmesinin tek yolu, okulların da Susam Sokağı’na benzemesidir. Postman’ın sonuç olarak belirlemesi şöyledir: “İyi bir televizyon programı olarak Susam Sokağı ne çocuklara okulu sevmeyi özendirir ne de okulla ilgili başka bir şeye. Susam Sokağı gibi bir televizyon programı çocukları, televizyonu sevmeye özendirir.”
Şimdi tekrardan Anders’e dönüp, “televizyon gerçeği kendine göre resmeder” belirlemesi üzerinde biraz daha duralım. Güncel olması açısından kısaca Van depremine değinelim. Van depreminden sonra meydana gelen kaosu hepimiz ağzımız açık bir şekilde izledik. Kimileri biraz daha ayrıntıya girse de ortalama olarak bir pencereden bakıldı. Türk televizyonlarında devlet yardımı merkezli görüntüler geçerken, Kürt televizyonları daha ziyade belediye bazlı yardımları gösterdi. Hatta bir yerlerden uyarı alan medyadan, depremle ilgili belli kalıplara göre haber yapması istendi: “Her şey kontrol altında, herkes evinde kalabilir, ortalık güllük gülistanlık, yardımlar herkese ulaşıyor.” Tabii çok keskin olarak hepsi bu yöne kanalize olmadı ama tabloyu hepimiz izledik. Medya, özelde televizyon kendi çizdiği tabloyu sundu. İşte Anders’in de kısmi olarak bahsetmek istediği olay bu. Hatta burada Müge Anlı’yı anmadan geçemeyeceğim. Kendisine bahşedilmiş sonsuz yetki ile ağzının ayarını yapamayan Anlı, habire ırkçı söylemlerle kamuoyunu gaza getirmeye ve gözlerini boyamaya çalışmıştı. Takdir edersiniz ki bu programı yayından kaldırmayan televizyon ya da yaptırıcı ceza uygulamayan kurumlar da aynı mantığı taşımaktadırlar ve kendi gerçeklerini kamuoyuna sunmaktadırlar.
Aslında konumuz Türkiye’deki televizyonlar olunca örnek haznemiz oldukça kabarık. Bu, televizyon filmlerinden tutun da, dizi ve programlara kadar devam eder. Tabii durumun evrensel açıdan da haznesi oldukça kabarık. Hatta geçenlerde okuduğum bir haber bunun için iyi bir örnek teşkil ediyor. Haber şöyle: “The Independent gazetesinin verdiği bilgilere göre Malezya hükümeti, FBC Medya adlı kuruluş tarafından hazırlanan ve küresel ekonomik konuların ele alındığı World Business adlı programına ülkenin imajını yükseltecek haberler yaptırmak şartıyla sponsor oldu. FBC Media tam 17 milyon sterlin karşılığında 8 ayrı programda Malezya ile ilgili olumlu haberlere yer verdi. Haberin yayınlanmasının ardından BBC ve programın ABD’deki yayıncısı CNBC, FBC ile yayın anlaşmalarını iptal ederek programı süresiz olarak yayından kaldırdı.” (Kaynak: ANF)
Kuşkusuz televizyonun hayatlarımıza kattığı çok şey var. Bunlardan en önemlisi, dünyanın bir ucundaki gelişmeleri odalarımıza kadar getirmesidir. Televizyon izlerken enformasyon denizinde yüzeriz. Dünyada ne olup bittiği ilgilendiriyorsa eğer bizi, bilginin büyük bir kısmını televizyon aracılığı ile ediniriz. Hatta televizyona başlı başına karşı olan Anders bile 1983 yılında Adorno televizyon ödülleri için düzenlenen programa sağlık sorunları nedeniyle katılamamış ve konuşmasını hazırlanan video kaydıyla iletmişti. Ne kadar karşı olsa da nimetlerinden o da faydalanmıştı. Aynı şekilde Postman da çeşitli televizyon metinleri yazmıştır. 
Fakat unutulmamalıdır ki televizyon sadece haber alma aracı olarak işlev görmüyor. Yapılan araştırmalar da gösteriyor ki belgesel ya da bilgi içerikli programların izlenme oranı oldukça düşük iken, spor ya da eğlence içerikli programların izlenme oranları çok daha yüksek. Televizyon başına çakılan ve kapitalist sistemde tüketici bir ‘kitle’ olarak görülen seyirci, yalnızca kapitalizmi besliyor, kendisini ise tüketiyor. Kendini bir çok şeyden mahrum bırakan televizyon bağımlısı birey, araştırmıyor, okumuyor, gezmiyor, bildikleri televizyonun verdikleri ile sınırlı duruma geliyor. Anders’in vurguladığı bir nokta ile yazımızı sonlandıralım: “Dünyayı ancak evlerimizdeyken görüyoruz. Olaylar bize geliyor, biz hiçbir yere gitmiyoruz.”


Kaynaklar:
- Neil Postman, Wir amüsieren uns zu Tode,
1985 Frankfurt am Main
- Günther Anders, The Phantom World of TV. Mass Culture, 
s. 358-367, çeviren: Nurcay Türkoğlu


27 Kasım 2011 Pazar
http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=4113

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder