11 Ağustos 2012 Cumartesi

Dil üzerine anektodlar

 

Dil üzerine anekdotlar

ELİF SONZAMANCI

Dil sorunu biz Kürtlerin en önemli ve temel sorunlarından biridir desek sanırım yanlış bir şey söylememiş oluruz. İnsanın dili, bir nevi onun kimliğidir.

Dil ile kültür arasında oldukça sıcak bir bağ vardır. Dil kültürün bir parçasıdır. Bundan dolayıdır ki kişi sonradan öğrendiği dili, eğer kullanmaz ise, unutabilirken, anadilini asla unutmaz. Ünlü Alman sosyolog Niklas Luhmann, dilin bir iletişim aracı olduğunu söyler. Buna karşın Alman dilbilimci Wilhelm von Humboldt’a göre dil bir iletişim aracından daha ileri bir şeydir. İnsan, dili sayesinde insandır ama dilin bulunması için de insanın varlığı gerekmektedir. Humboldt, dili tamamlanmış bir yapıt (ergon) olarak değil, bir etkinlik olarak tanımlar. Humboldt’a göre dilin ortaya çıkması insanlığın içsel bir ihtiyacıdır; toplumsal ilişkilerde sohbet etmeyi sağlayan salt dışsal bir şey değil, aksine insanlığın doğasında yatan, güçlerinin gelişmesi ve bir dünya görüşünün edinilmesi için kaçınılmaz bir şeydir. Dil ile kültür, dil ile toplum birbiri ile kopmaz bağlara sahipler. Mesela Humboldt ‘’aynı ulusa dahil olan bireyleri çevreleyen ulusal bir tekbiçimlilik söz konusudur“der ve ona göre bu, yine her bir duyum tarzını, başka bir halktan ayırır. Halkın karakteri, bu tekbiçimlilikten ve her dile özgü itici güçten ortaya çıkmaktadır. Halkın kendine özgüllüğünden dolayı, dil de belli bir kendine özgüllük edinir ve o da halka aynı tekbiçimliliği sağlayacak şekilde tersinden etki eder. Yine Humboldt, dil ile dünya görüşünü özdeşleştirir. Ona göre yabancı bir dil öğrenmek, o ana kadarki dünya görüşünde yeni bir bakış açısı kazanmak olmalıdır ve aslında bu, bir dereceye kadar böyledir zaten çünkü her dil insanlığın kısımlarından birinin düşünme biçimini ve kavramlarından oluşan bütün bir dokuyu içermektedir. Ünlü dil bilimci Humboldt’un dil üzerine düşüncelerinin kısa bir derlemesi böyle. Fakat bu yazıda bilimsel açıklamalara pek girmeyeceğiz. Zira başlıktan da anlaşılacağı üzere daha çok yaşanmış deneyimlerin paylaşılacağı bir yazı olacak.
Devami...
Dil aslında yazının başında da belirttiğimiz üzere Luhmann’ın dediği gibi iletişimde önemli bir araç, Humboldt’un dediği gibi de iletişimi sağlamaktan öte bir misyonla yüklü. Pratik olarak bunu en çok biz Kürtler biliriz, ya da en çok bilenler arasındayız. Günlük hayatta yaşadıklarımız bize bu konu hakkında büyük bir deneyim kazandırır. Kürt olan ve Kürtçeden başka bir dil bilmeden büyümüş çocukların muhakkak acı bir anısı vardır. Trajedilerimize zamanla gülsek de, o an çok can yakıcı bir momenttir. Bunun gibi deneyimlerle dolu olan bir araştırma okumuştum. Vahap Coşkun, M. Şerif Derince ve Nesrin Uçarlar imzasıyla çıkan Dil Yarası ismiyle kitaplaştırılmış. Kitapta aslında bize çok yabancı gelmeyen, sıradan olan ama buna rağmen ilginçliğini koruyan deneyimler aktarılmış. Bir zamanlar Kürtçeden başka dil bilmeden Türkçeye olan yolculuklarını anlatan gençlerin hikayesi var kitapta. Benim ilk dikkatimi çeken, Ahmet isimli bir gencin yorumuydu. Ahmet ilk kez 1995’te Çermik’te bir ilkokulda Türkçe ile tanışmış. „Anadilimiz Kürtçeydi. Türkçeyle ilk defa ilkokulda tanıştık. Hani herhalde bütün dünya Kürtçe konuşuyor biliyordum, farklı diller var mıdır, yok mudur, bilgim yoktu“ diyor Ahmet ilkokulda yaşadıklarını anlatırken. Ne kadar naif ve sade bir açıklama. Aslında meseleyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. İnsan çocukken, hele de bizim gibi fakir toplumların çocukları, sadece kendi anadilleri ile büyürler, küçüklükten itibaren farklı bir dil öğrenme imkanları yoktur. Sonra Türkçe ile tanışırlar. Bu zorunlu tanışma maalesef birçoğuna okulda başarısızlık getirir. Çocuklukların da sanki o dilden başka bir dil yoktur, tüm dünya bu dili konuşur gibi düşünmelerinin altyapısında da bu yatar. Biraz büyüdükten sonra da çıplak gerçekle tanışır. Aslında böyle bir dil yoktur, karttır, kurttur...
Kitapta bir başka genç de anılarını şöyle anlatıyor: „Okulda Kürtçe konuşmuyorduk. Sınıflarda hiç konuşmuyorduk, ama dışarıda bazen bir araya geldiğimizde Kürtçe konuştuğumuz oluyordu. Çünkü bizim Türkçe konuşmaya başlamamız neredeyse 8-9 yaşını buldu, o zamana kadar hiç Türkçe bilmediğimiz için“. Can yakıcı başka bir anlatım da şöyle: „Okuldayken teneffüslerde arkadaşlarımızla anadilimizde konuşuyorduk. Daha sonra ona da kısıtlama getirdiler, 2. sınıftayken. 96 yılıydı sanırım. Onu da teneffüslerde kısıtlayınca neredeyse kimse kimseyle konuşmuyorduk, el yüz hareketleriyle durumu idare etmeye çalışıyorduk. İkinci bir dil olarak işaret dilini geliştirmiştik aramızda. Ne dediğimizi az çok anlıyorduk. O şekilde bir süreç işledi. Ortak dilimiz hareket dili, işaret dili. Zaten 40 dakika boyunca sıkılıyorduk. Bir an önce okul bitse de çıksak dışarı, kaçsak buradan’’.
Buradaki anlatım aslında Yangın Var filminden bir sahneyi getirdi aklıma. Koşman ve Asya itfaiye seferine çıktıklarında, yolda çocukları da alır köylerine bırakırlar. Öyle çok fırlama gözüken çocuk aslında diğerlerinin Türkçe bilmediğini söyler. Dünyadan habersiz Karadenizli nedenini sorar. Cevap hazır: „Bizim buralarda ilk yıl öğretmene öylece bakma dersidir.“ Anaokulu öğretmeni kardeşim anlatıyordu. Çocuklar tek kelime Türkçe bilmedikleri için ilk başlarda okula çekinerek geliyorlarmış. „Örtmenim, örtmenim ka xwerîn“ sesleriyle başlayan dersler genelde ilk zamanlarda hep xwerîn’dan konuşarak devam ediyor. Kardeşimin Kürtçe bilmesi ise aslında çocuklar için büyük avantaj. Çünkü böylelikle onları anlayabiliyor ve zaten yaşları küçük olan çocuklarla arasına mesafe girmiyordu. Bu haliyle Kürtçe bilen öğretmenlere özellikle Kürt coğrafyasında ne kadar büzük ihtiyaç olduğunu, genel anlamda ise anadilde eğitimin zorunluluğunu bu örneklerle bile algılayabiliriz sanırım.
Yıllar önce yine bir öğretmen tanıdığım anlatmıştı. ‘’Ne yaptıysam matematiği anlatamadım çocuklara, beni bir türlü anlayamıyorlardı“ demişti. „Çocuklar yaslanın arkanıza dedim ve başladım Kürtçe anlatmaya. O zaman çocukların hemen hareketlendiğini ve anlama belirtisi gösterdiklerini gördüm“ demişti. Öğrenmenin de ilk yolu anlatılanları anlamak değil midir. Kitapta geçen başka bir anlatım bu söylediklerimizi onaylar nitelikte: „Öğretmenimiz Kürtçe bilmiyordu. Zaten büyük sıkıntımız oradan doğuyordu. Bir türlü iletişim kuramıyorduk. Göz temasımız bile olanaksız oluyordu, çünkü o farklı bir dünya, biz farklı bir dünya olduğumuz için birbirimize baksak bile anlamıyorduk birbirimizi. Bir seferinde şöyle bir olay geldi başımıza. Arkadaşlarımızı tahtaya çıkarmıştı. ‘Temizliğinizi yaptınız mı? Elinizi yüzünüzü yıkadınız mı? Dişinizi fırçaladınız mı?’ diye soru sordu. Sorduğunda arkadaşlar direkt dedi ki, vallahi biz yapmadık, kuranıma ben yapmadım, dinime, imanıma ben yapmadım. Sanki onları suçluyormuş gibi. Tabii biz sonradan anladık“. İşte böyle yaşanan trajik olaylara sonradan gülümsüyoruz. Aslında olayın kendisi trajikomik değil midir?
Bir de dil sorununun öteki yüzü vardır. Ben şehir ve köy arasındaki ikilemde büyüdüğüm için ilkokulda dil sorunu yaşamasam da etnik kimliğimden dolayı zorluklarla karşılaştım tabii. Bu yabancılaşma daha çok kendi anadilimde yaşandı. Bu gibi durumlar ben ve benim gibi çok sayıda çocuğun başına gelenler. Dışarıda Kürtçe konuşmanın ayıp sayılması ve yasaklardan da dolayı Türkçe konuşularak büyüyenler arasındayım. Bu nedenle kendimi Kürtçe ifade ederken hala da sorunlar yaşarım. Hatırlıyorum, köye gittiğimiz zaman Kürtçe konuşma çabalarım hep içimde kalırdı. Hep alay edilirdi kırık Kürtçemle. Ben de alay edilmesini sorun yapar, konuşmamayı tercih ederdim. Kendi çabalarımla tabii ilerlettim daha sonraları. Bu sorun başka dilleri öğrendiğimde beni etkileyen bir unsur olarak kaldı bilinçaltımda. Gerek anadilimi iyi öğrenememe sorunum, gerekse okulda seçmeli ders olarak verilen İngilizcenin öğretiliş biçimi Avrupa dillerini öğrenirken güçlük çekmeme neden oldu. Şimdi dahi kim yanlış söylediğim bir cümleyi düzeltmeye kalksa orada kesilirim ve susmayı tercih ederim. Bir de zaten Kürtçe bildiği ile övünen ama başkasına hayrı olmayan insanlara da tepkiselliğim buradan geliyor herhalde. Dil birbiri ile anlaşmanın, iletişim kurmanın bir aracı. Almanya’da öğrenciliğimin ilk yıllarında hocalarımla gözgöze gelmekten ben de kaçınırdım. Bazen de öyle anlamadan boş boş baktığımı hatırlarım. Ders çalışırken konuyu anlamaktan çok dili çözmek için çaba harcadığımı hatırlıyorum. Çok dilli değil de tek dilli bir eğitim sisteminden geçtiğimiz için nereye gidersek gidelim hep sorunlarla karşılaşacağımız ortada. Bu halimize bakıp da görmeyen Türk devleti hala Kürtçeyi seçmeli dil olarak vermeyi vaat ediyor. Zira bize verdikleri İngilizceyi hatırlamak için bayağı efor sarfediyorum.
Almanya’ya geldiğim ilk aydı. Dışarıda buram buram kar yağıyor, zaten bizim şehre iki gram kar yağsa trafik denen bir şey kalmıyordu, her şey birbirine giriyordu. Eve gelmek için bindiğim otobüs bir durak daha ileri gidemeden durdu. Şoför artık herkesin kendi çaresine bakmasını söyledi. Mecbur yürüyeceğiz. Ben de daha doğru dürüst bilmiyorum yolu. Biri yaklaştı, „buraları bilmiyorum bana yardımcı olur musun?“ diye sordu. Meğerse aynı binada oturuyormuşuz. Çat pat bildiğim Almanca ile dil öğrenmekten, dillerden konuşarak vardık binanın önüne. Bizim bina mahalle gibi. „Burada bekle“ dedim, „ben kapıya bakayım, bu bizim binaya benzemiyor“. Çünkü binaya arka taraftan hiç girmemiştim. Adam ısrar etti, „hayır bu bizim bina“ dedi. Ben yine de gidip baktım. Adam ısrarcı. Gidip bakmama fırsat vermeden birlikte yürüdük.  Evet, bizim binaydı. İşin tuhaf yanı, adam kördü. Ve bana dönüp zafer edasıyla dedi ki „Kar yağınca biraz değişik görünüyor, olabilir karıştırabilirsin“. Ben gören gözlerimle kendi binamı tanıyamazken, o  görmeyen gözleriyle tanıdı. Görmüyordu ama bakmasını biliyordu. Kıssadan hisse; eğer kendi ülkemizdeki sorunlara bakmasını bilmezsek, onları göremeyiz. Görmek ve bakmak arasında ince bir çizgi vardır. Kendi anadillerini insanlar bir yabancı dil öğrenir gibi öğrenirse bu sorunu çözemeyiz. Bir de derler ki kendi anadilini öğrenemeyen insan başkasının dilini öğrenemezmiş. 

 01 Temmuz 2012 Pazar
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=10760